Turizm bakanlığı onaylı, birinci sınıf bir restorandaydık. Bembeyaz kolalı masa örtüsü, keten peçeteleri, gümüş takımları olan ılık ve sarı ışıklı bir yerdi burası.
Masadaki çoğu kişiyi tanımıyordum. Mesela şu herkes adına sipariş vermeye çalışan ince bıyıklı, çelimsiz adam kimdi? Ali, Aykut, Ahmet? isminin A ile başladığına emindim..Orta yaşlı kibar garson 2007 yılına ait Merlot şarabını sessizce ve ustalıkla kadehlerimize doldururken hatırlamıştım tipsizin adını : Kemal.
Siparişlerimiz verildi, siparişlerimiz geldi. Masadaki peynirlerin adlarını Kemal bize tek tek sayarken birden duraksayıp;
Siparişlerimiz verildi, siparişlerimiz geldi. Masadaki peynirlerin adlarını Kemal bize tek tek sayarken birden duraksayıp;
-Neydi bu peynirin adı?
-Manchego....demedim.
İçkinin limitleri arttıkça derin konular konuşuldu yada konuşulduğu sanıldı. Çünkü yüzeyseldi her şey ama kahkahalar ve yakın temaslar büyüktü. Saçlar daha bir ağır hareketle elinin tersiyle omuzlardan arkaya doğru atıldı mesela. Eller bir başkasının dizinde yada belindeydi. Şehvet ve utangaçlık kana karışan şarap ve cehaletle birleşti. Fakat ben sınav sonuçlarını beklemekten sıkıntı duyan bir öğrenci gibi oturuyordum. Kravatım olsa gevşetir, gömleğim olsa ilk iki düğmesini açardım. Konu tabiki de ikinci saatin ortalarında felsefeye gelmişti. Herkes kendi aforizmalarını ve savlarını masaya yatırdı. Sol çaprazımda oturan siyah elbiseli kız;
- Neydi o toplam ağırlık sabit kalır yok olmaz kanunu? İşte ben de hayata bu mantık üzerinden bakıyorum.
- Lavoisier kanunu....demedim.
Felsefe bana fazla gelirdi. Çünkü çocukluk çağında okuduğum kitaplardaki filozofların durmadan beni kastettiklerini sanırdım ve bu travmayı atlatmam epey zamanımı almıştı. Avuçlarım terlemeye başlamıştı ve suratımda üç saattir duran gülümseme yormuştu beni...Bir şey yatağında, bir şey soslu, bir şeye sarılmış, bir şeyi az, bir şeyi fazla pişmiş yemeğimi yerken;
- Ne kadar sessiz ve yavaşsın, dedi kısa saçlı, ince dudaklı, sol gözü her beş saniyede bir seyiren kız.
- Hareketlerimin ağırlığı güngörmüşlüğümle doğru orantılıdır. Zaten kuram nedir bilmiyorsunuz, bırakınız da tabağımdaki bir şeyleri yiyip bardağımdaki bir şeyleri içeyim....demedim.
Sadece gülümsedim ki zaten yaklaşık dört saattir gülümsüyordum. Yeni bir şişe şarap daha getirmesi için nazikçe garsona işaret ettim. Sıkıntıdan saçlarımın bukleleri dümdüz olmuştu...Kadeh kaldırıldı. Ne içindi kim içindi? Sarhoş oldukça daha çok sevmeye başlamıştık birbirimizi, daha çok 'iyi ki hayatımdasın' cümleleri sıralayıp, daha çok 'ne kadar önemlisin benim için, bizim için, onlar için' demiştik. Halbuki tüm bunlar yaşanırken bende oradaydım, o masadaydım, o sandalyede oturuyordum, kucağımdaki peçeteyi parçalarcasına çekiştiriyordum ve bir adım mesafedeydim. Ama aklım tüm bu yaşananları algılamak için istediğim gibi hizmet etmiyordu bana.
-Sen kadehini neye kaldırıyorsun?
- Yüzeysellik çağına ve uydurduğunuz, uydurduğumuz hayatlara....demedim.
Servislerimiz değişti, tatlılar ve ayılmak için kahveler geldi..Kemal hala köşeye sıkıştırdığı güzel kıza avrupa hikayelerini anlatmaya devam ediyordu;
- Avrupada yaya geçidinde araçlar duruyor, kornaya basılmıyor. Çok acayip değil mi?
- Değil....demedim.
Çünkü biz turizm bakanlığı onaylı birinci sınıf bir restorana gidip, üçüncü sınıf hayaller kurup, dirseklerini masaya dayayarak yemek yiyen insanlardık. Fa diyezi, si bemolü, bolşoy balesini bilmekle övünürdük, rüyalarımızdaki kısa süreli düşüşlerin hayatımızın ta kendisi olduğunu itiraf edemeyecek kadar yalnız ve çaresizdik......demedim.