20 Aralık 2011 Salı

  Şu an itibariyle şeytanla işbirliği yaptım hanımlar beyler, dramatik sahneler tahayyül etsem de becerebilecek gibi görünmüyorum.

  Özgüvensizlik teriminin üzerine kusup, kendime dönüp olayları içselleştirmem gerektiğini söyleyen arkadaşlarımı çöpe attıktan sonra düşünmeye başladım, yürümeye başladım, bir yudum bir şeyler içtim, bir kaç satır okumaya çalıştım. Ne cömertim bu sabah ne de cimri. Sahiciliğimi yitirdiğimden beri kendi omzumu kendim öper oldum. Üç yüz altmış beş gün altı saatlik zaman mevhumunun balatlarını duyuyorum bütün Beşiktaş'ta. Fonda yükselen lavtanın sesi bazen en güzel anımın habercisi bazen de ölsem sesimi çıkarmam gibi nice acılarımın notalara dönüşmüş hali gibi. Şimdi ben bu ruhsuz bedeni alsam, bir kazana atsam, çamaşır suyuna yatırsam, pamuklara sarsam, mandalla uçlarından assam, rüzgara bıraksam sahiciliğim geri gelir mi?  Şimdi ben tutsam kendimi omuzlarımdan, şöyle bir sarssam, bir iki tokat atsam, oturtsam karşıma, anlar mıyım külliyatı mı? Şimdi ben tencereye koysam zeytinyağını, kavursam tüm ege otlarını, atsam bir kesme şeker, yapabilir miyim her türlü zeytinyağlıyı? Komik şeyler yazamıyorum, gülünç olamıyorum, saçlarımı beğenmiyorum, sayıları sevmiyorum, şimdi ben tüm gerçekleri söylesem artık ben bile inanır mıyım?
  Düşük heyecanımın üzerine çektiğim cila, yüz metreden belli olan bütün falsolarım, orta sınıf ahlakımın üzerine dar siyah pantolonumu, ince beyaz gömleğimi giyiyorum, kırmızı rujumu sürüp bütün gece güzel kızların, çilli oğlanların dudaklarından öpmek için işbirliği yaptığım şeytanla el sıkışıyorum. Gösteri bitmiştir, dağılabilirsiniz hanımlar beyler.

8 Kasım 2011 Salı

   Biliyorum.. Biliyorum.. Biliyorum..

  Kendime binlerce kere tekrar etsemde yabancılaştığım bu anı üzerimden atamamıştım. Varoluşumu sorguladığım anda kapıdan içeri girmiştin. Kısacık saçların masmavi gözlerinle kendinden emin bir şekilde elimi sıkmıştın.
   -Merhaba.
 Güven veren sesini bir kez daha duymanın rahatlığıyla kendimi en yumuşak yatakta, en gölgeli şezlongta hissetmiştim. Yanındaki tatlı kızın göğsüne doğru yaslanmasına aldırış etmemiştim ama utanmış, küçülmüş, yok olmuştum.
   -Merhaba, dedim bende.
 Gözlerimi kaçırdım senden sanki göz göze gelsek her şey karışacakmış gibi gelmişti o anda. Su doldurdum bardağına menü verdim sana ve yanındaki tatlı kıza.
   -Nasılsın, dedin.
 Merakla sormuştun, gerçekten nasıl olduğumu anlatacak uzun hikayemi dinlemek istermiş gibiydin.
  -Elmalı turta yiyelim mi? demişti yanındaki tatlı kız.
 Ben susmuştum, yıllardır susuyordum zeten, yabancısı değildim suskunluğumun. Nasıldım gerçekten, ne hissediyordum, aşağıdaki kara deliğe sürüklenmiş halimi benden başka gören var mıydı, utanıyor muydum bu önlükten, bu gömlekten, kendimden?. Olmam gereken yer neresiydi ki tam olarak?
   -Biz elmalı turta, iki tane de sade kahve alalım.
 Dudağımın kenarıyla gülümsemiştim. Fırına elmalı turtaları attım, 8 dakikaya ayarlayıp bekledim. 8 dakikada hıçkırarak ağlamak, koşarak kaçmak, pijamalarımı giymek istemiştim. 8 dakikada elma olmuştum, tarçın olmuştum. Kenarları yaldızlı eski bir tabağa fırından çıkan elmalı turtaları koyup yanına krema ve vanilyalı dondurmayla masanıza getirdiğimde tatlı kızın kulağına bir şeyler fısıldıyordun. Gözleri kocamandı sevimli kızın, kumral saçları dümdüz ve yumuşacıktı, dudakları o kadar pembeydi ki herkes gelip sıraya dizilip öpse neden diye sesini çıkarmazdı sanki. Sevinirken omuzlarını yukarı kaldırıp her seferinde senin burnundan öpüyordu. Benimse aklımdan geçen şarkılar final yapmadan bir diğerine geçiyordu. Göğsümün arasında melankoli adı verilen bir sıkışma, sanki gazlı bir şeyler içsem geçecekmiş hissi veren bir acı vardı. Sonra hesabı istedin, sen ödedin, bahşiş bıraktın, paltonuzu giyip deri kahverengi eldivenlerini taktın, arada bana baktığını fark ettim.
  -Hoşçakal görüşürüz dedin.
  -Hoşçakal dedim.
 Ama aslında başka bir sürü şey söylemek istiyordum o anda sana..bir yıldır camımın önünde duran çiçeğimin ilk defa bu sabah yeni bir yaprak verdiğinden bahsetmek istiyordum mesela, kısacık saçlarının buklelerine parmaklarımı dolamak istiyordum, kabukları soyulmuş domatesten kahvaltı hazırlayıp, çukurcuma da seninle gezmek istiyordum, ayaklarımı beline dolayıp film izlemek, filmin en heyecanlı yerinde belli etmeden sana bakıp tepkini ölçmek istiyordum, adaya gidip popomuz kıpkırmızı olana kadar bisiklet sürmek, en sevdiğim kitabı sesli okumak, göğsüne yaslanıp elmalı turta yiyelim mi demek istiyordum ve hiç durmadan dudaklarından öpmek istiyordum.
  Biliyorum…Biliyorum…Biliyorum..söylemene gerek yok...


10 Ekim 2011 Pazartesi

  Anlamını yitirmiş ilişkileri tutarlı bir hikayeye dönüştürmek için illüstre ettiğimde, netliğiyle ortaya çıkan resimden memnunmuşum gibi yapmaya başladığım günden beri gülümsüyorum. Tebessümüm ise tam bir deneyim.

  Muhalif duruşum yanıltmasın kimseyi. Açılıyorum ara ara, gevşiyorum, koltuğumda yerimi belirliyorum, hala yolda yürürken aniden arkama dönüp arkamda olan kişiyle iki saniyeliğine göz göze gelip flört ediyorum, kısa etek giymiş kızların dizlerine bakıyorum, dizlerin dirseklerin ne kadar etkileyici olduklarını kendime tekrar ediyorum. Hareketsiz duruşum endişelendirmesin kimseyİ, panzehirim stabil duruşumdur, devinime gereksinim duymayışımdır, konuşmayışım ve uzun zamandır rüya görmeyişimdir. Her sabah uyandığımda beyin göçümün yerine gelmesini bekleyişimdir. En zengin kişi en kurgusuz kişidir, tarihin gücünü takdir edendir, ilkel olandır.
  Halet-i ruhiyemin kelime karşılığı tam olarak çevirimiçidir. Kırıştırdığım köşeler, arakladığım hazır replikler, anonim anlatımlar, giydiğim payetli elbiseler, ortadan ikiye ayırdığım patrick watson ve midlake plakları hangi eksende olduğumun göstergesidir. Muktedir olanı bulamayışım özürümdür, kusurumdur.
  İhtiyacım olan sonbahar reçetesidir. Hangi filme hangi elbisemi giymeliyim, hangi şarkıyı hangi içkiyle dinlemeliyim?

24 Eylül 2011 Cumartesi

  Gençliğinin baharında, hayatının en sıkıcı köşelerinde mutluluğun esamesi bile okunmazken, aradığın oturduğun koltuğun yanlarının dolu olmasımı acaba? Yıllardır gittiğin festivallerde yan koltukların boş olması yetmezmiş gibi, bindiğin uçakların sağları ve solları da boş artık.

  Birisini uydur ozaman, hayal et. Letafeti dillere destan olmasına gerek yok. Beraber bir kare bile fotoğrafınızın olmadığı Berlin sokaklarında fotoğraflar çek, bisikletinin arkasında oturduğunu hayal et mesela olmaz mı?. Ağlamıyoruz ama çokta mutlu olduğumuz söylenmez dediğin o günü mevzubahis yaparak güttüğün umut duygusu, fırtınalar seller ve açlık için olsun bundan sonra. Dileğim dilediğim budur derken sebebi ne olursa olsun başkalarını suçlaman kendini yadsımanla eşdeğerde değil de nedir? Elbette liste uzar uzadıkça, yalnızlaşırsın ama yalnız olmakla tek başına kalmak ve bunu tercih etmek ekim ayının başlarında tatlı bir sızıyla sana kendini hatırlatır itiraf et. Serin havalarda için kıpırdar, festivallerde saçların daha bir güzel olur ve kulaklığında eksik olmayan yoldaşın james blake tüm gerçekleri yüzüne kulağına çarparken bir kahve içmez misin söyle?Ağzıma emziği koyalı geçen 30 yıl süresince, anlamadıklarım anladıklarımı ezdi geçti. Ne izlediğim filmlere benzedi bazen, ne de yanımda uyuyanlar cevap verebildi bana.
  Kabul edelim derinliği olmayan anlatımlarla boğmaya çalışmadık mı birilerini? Abartmanın verdiği erdemlikle söyleyebilirim ki iyi şeyler de bazen can sıkıcı olabiliyor. Yeni açmış bir çiçek, sevimli bir kedi, gülümseyen minik bir kız çocuğu dürtülerimin milyonda birini bile harekete geçirmiyorsa ve bunlar hayata tutunmaktan uzak hislerse benim için, işlevselliğimi yitirmiş bir yaşam sürüyorum diyebilir miyim kendime?
  Bataktan çıkmak için kalbime mi yoksa aklıma mı ihtiyacım var ve kim verir ki bana tam 120 dakikasını?


29 Nisan 2011 Cuma

  ‘Düşüyordum...Ağaçlara, arabalara, otobüs duraklarına tutunmama rağmen düşüyordum..Sonsuz boşluktan geçip gidiyordum. Lise arkadaşlarım beni durduracakları yerde el sallıyorlardı, ortaokuldaki bıyıklı halim elinde simit ve fantasıyla bana bakıyordu…Ben hala düşüyordum..Üzerimde yakası parlak siyahtan üç düğmeli gri bir ceket, içinde incecik beyaz tişört..Korkudan ve soğuktan meme uçlarım ayyukta, altım da annemin çocukken pazardan aldığı beyaz donlardan. Utancım suratımdaki kırmızılıkla eşdeğerdeydi. Düşerken hızım yavaşlayıverdi birden ilkokulda her sabah bol kremalı pasta yediğim pastanenin önünde duruvermiştim. Yaşım 7 ve ön dişlerimin ikisi kırık ve hızla tekrar düşmeye başlamıştım.

  Al dedim, bu harita senin, al bunu, seç bi yer giderim. En sevdiğin yemeği söyle yaparım. Sarma sararım, falafel kızartırım. Seç filmini, çal müziğini dinlerim. Sevmesem de orta yolunu bulurum. Al bu makas senin, al bunu, kes saçlarımı. Kim canını acıtmış, kim yaralamış söyle, yaralarını sararım. İnanmasan da ver bana bir şans, denerim. Sana kırmızı oje aldım uzat ayaklarını sürerim. Söyle yumurtanı nasıl seversin, istersen haşlarım, istersen çırparım. İstersen kısa cümleler kurarım dilersen sabaha kadar anlatırım. Eğer tutmazsan beni hızla düşerim’
  diye anlattı dün gece gördüğü rüyasını gecenin üçünde Mardin'li midyeci Salih usta. İçkiyle uyuşan kafalarımız açıldı. Kimimiz burnunu çekti, kimimiz çaktırmadan gözlerini sildi, kimimiz de sövdü Salih ustayı ortada bırakan sevdiceğine. Yeni tenceresini getirdi Salih usta. Sıcacık midyeleri el çabukluğuyla açtı, üzerine limon sıktı. Biz 86. midyemizi yedik, 3 kişiydik, 5 yıldır karısı onu terk etmişti, 3 yıldır yüzünü görmüyordu, 2 yıl 4 aydır ondan hiçbir haber almıyordu, bir tencerede 256 tane midye vardı, Taksim'den Arnavutköy'e taksi 16 lira yazıyordu, hava 20 dereceydi, boyum hiçbir zaman 1.60 olmadı. Salih usta yaklaşık 5 yıl 1 ay 12 gündür o boşlukta düşmeye devam ediyordu ve onu tutan hiç kimse yoktu.


19 Şubat 2011 Cumartesi

  100 gr un, 40 gr şeker, yarım paket kabartma tozu, yarım paket vanilya, 1 yumurta, 100 gr süt, 40 gr kaymak ve üzerine alabildiğince akçaağaç şurubu..Pancake..

  Ayşegül yıllardır aynı model topuz saçları ve harika pancakeleriyle tanınır. Devrik bir prenses sanır kendini. narin, kırılgan, hassas ve incedir. Beden olarak da incedir. Uzun ince bacakları, toplu iğne kadar küçük memeleri, kocaman gözleri olan biridir. Mutfağının raflarında elleriyle yaptığı taze meyvelerden reçeller vardır. Kavanozların kapaklarını renkli kumaşlarla kaplar. Ayva reçeli, vişne marmeladı en favorilerindendir. Sabahlığı ve havlu terlikleriyle balkonunda öylece saatlerce oturur. Kahvesinİ sade sever ve küçük Hemingway stili defterine notlar alır. Ayrıntılar onun için çok önemlidir. Rüzgarı izler, rüzgarı dinler, yağmurda yürür, yaprakları seyreder, fotoğraflarını çekip defterine yapıştırır ve onlar hakkında yazılar yazar. Bazen içlenir Ayşegül, ağlar. Sonra sesli bir kahkaha patlatır ve bol çilekli bir dilim pancake daha yer. Ayaklarını uzatır, sırtını yaslar, yalnızlığını özgürlüğüyle karıştırdığı için kendini mutlu sanır. Ama nostaljiler, anılar, tatlı küçük tesadüfler peşini bırakmaz. Hayatında bir kez aşık olmuştur Ayşegül. Bir daha olamayacağını sandığı için onu bırakıp gidenlerin yada onun bıraktıklarının ardından çok üzülmez. Hemen toparlanır, fotoğrafları kaldırır ve o kişi hiç olmamış gibi yaşamaya devam eder. Evinin duvarlarında yüzleri olmayan siyah beyaz fotoğraflar vardır. Rivayete göredir ki bu kişiler Ayşegül'ün hayatına giren ama hayatında olmayan insanların bedenidir. Ayşegül yüzleri hatırlamanın korkunç bir tecrübe olduğunu düşündüğü için sureti olmayan fotoğraflara bakmayı tercih etmiştir. Tuhaf alışkanlıkları vardır Ayşegül'ün. Kapı kollarını çıplak elle açamaz mesela, dişlerini fırçalarken içinden 100'e kadar sayar, gözleri açık öpüşür, yemeğin tadına bakmadan tuz dökenlerle asla arkadaş olamaz, heyecanlanınca hıçkırır, utanınca burnu terler.
  Bir cumartesi günü Ayşegül film arşivinden Ed Wood filmi izler ve ağlar. Bu kadar kötü bir film daha önce izlememiştir ve küçük evindeki sevimli hayatı Ed Wood filmleri kadar berbat ve kötüdür. Ama olsundur, şimdiye kadar kimse onun gibi böylesine iyi pancake yapamamıştır.

20 Ocak 2011 Perşembe

  Meydandan düz git, kırtasiyeden sola sap, okulu geç, yokuşu çık, otoparka sırtını ver işte karşıdaki daire.
3. kat, zile bas ve suratındaki salak sırıtmayı da bi yerlere at.

  Siyah dar pantalonu ve ipek beyaz gömleğiyle karşımda. Elimdeki ortalama ucuzluktaki kırmızı şarabı alıp müziğin sesini kısıyor. The xx Crystalısed çalıyor tam o esnada.
  -Şarabın tadına bakmak ister misin' diyorum ben elinde eros un okunu tutmuş bir şapşal gibi.
  -Benim için hepsi birbirine benzer, ayrıca iş yerinde kurduğun cümleleri bu evde kuramazsın' diyor.
 Tam bir aptalım. Işıkları kısıyor ve bir sigara sarıyor. İnce zarif bir sigara. Ayağındaki siyah beyaz Oxford ayakkabıları çıkarıp kenara atıyor. Uzun siyah saçlarını yavaş bir şekilde kulaklarının arkasına götürürken,
  -Seni ilk gördüğümde senden hiç hoşlanmamıştım, aslına bakarsan hala hoşlanmıyorum ama şu sigara bittikten sonra üzerindeki çizgili tişörtü çıkartıp sana sıkıca sarılmayı ve uyumayı hayal ediyorum.
  Bunları söylerken eğiliyor ve gömleğinin içine giydiği siyah sütyenin dantelleri görünüyor. Yanlış olan hiçbir şey yok gibi buraya kadar. Zevkle döşenmiş bir evdeyim, uzun cümleler kurmayan ve kıpkırmızı dudakları olan biriyleyim, kafam alabildiğine ilerlemiş, netlik abidesiyim. Ama sıralama neydi unuttum. İlk gece mi sevişmeyecektim yoksa asıl ilk gece mi o gömleğin düğmelerini açacaktım?
  -Kendini nasıl hissediyorsun? diye sordu.
  -Bir fransız kadar yalnız ve çekici, bir ingiliz kadar beyaz ve mesafeli, bir alman kadar içki sever, bir amerikalı kadar aptal, bir türk kadar idealistsiz ve başarısız, bir italyan kadar androjen.
  Ufak bir tebessüm etti. 
  -Artık rüyalarınla normal yaşantını ayırt edemeyecek kadar zaman kavramını yitirmişsin sanırım, 08:45 e kurduğun saat birazdan çalacak ve tişörtünü pijamanın içine koyup yalnız uyuduğun, yalnız uyandığın gerçeğiyle yüzleşeceksin. Buarada sana tavsiyem daha az iç, bence ilk geceden sevişebilirsin mahsuru yok ve beni dantelli iç çamaşırıyla hayal etmekten vazgeç.