2 Kasım 2012 Cuma

!


  Yıl 1981. Yaklaşık 30 yıl kadar evvel, tepede güneş can yakarken İskenderun'da, bahçeli, incir ağaçlı bir evde dünyaya geldim. Aylardan hazirandı. Gözlerimi açtığımda kahverenginin en iğrenç tonuna sahip oymalı bir koltuk görmiştim ilk önce. Köşede hiç kullanılmadığı belli olan masaj aleti, duvarın bir kısmı rutubetten dolayı gözle görülür kabartılara sahipti. Eminim o vitrindeki şişenin içinde viski yoktu ve eminim o beyaz üzeri papatya desenli tabak takımı gazete kuponu ile alınmıştı. Zevksiz ve orta sınıfın altında bir ailenin eviydi burası, tadım kaçmıştı ama merak ettiğim tek şey burcumun neye denk geldiğiydi. 
  Sigarayı söndürmeden sonsuz bir döngü içerisinde içerdi babam. 70'ler, darbe zamanları, grevler, yoksulluk ve mutsuz evliliği görünüşünü, kişiliğini şekillendirmişti. Pos bıyıklarını burarak, su yeşili gözlerini kısarak, anneme dönüp 'adını ne koyacağımı biliyorum' dediği anı bugün gibi hatırlıyorum. Dönem itibari ile zor bir isim beklemiyordum. Siz deyin 'barış, deniz', ben diyeyim 'ulaş, devrim, özgür'.
  Boticelli'nin tablolarındaki al yanaklı bebelerin aksine çelimsiz ve sürekli hastalanan bir çocuktum. Beynimin büyük bir kısmı su ile kaplı olduğu altı yaşlarındayken babamla ilgili şunu keşfetmiştim; bütün cümlelerinin sonu 'sikeyim' ile biterdi. Uzunca bir süre bunun küfür olduğunu anlamamıştım. sikeyim o yaşlarda benim için bir fiil, bir yüklem, bir zaman belirteciydi. Hatta zamansız zamanların sonunu eklenen edat, tümleç, ayraçtı.

   -Sistemi sikeyim, düzeni sikeyim diye başlayan diyaloglar soncunda annemin her seferinde yemek masasını terk etmesinden çok zaman sonra anlamıştım, babam duygularını tuhaf bir lisanla belli ederdi, babam ellerini her zaman tüm gücüyle sıkardı ve öfkesinin nereden geldiğini unutmuştu.

   Çekirdek ailem kavram olarak özgürlüğü yanlış yorumlayan bireyler olsalarda beni her fırsatta özgürce büyğttüklerini dile getirirlerdi. Hiç sevemediğim evlerini terk ettiğimde 19 yaşındaydım. Çürüme süresini hızlandıran büyük şehirdeydim artık. Dışarısı denilen dünyayı lise bahçem kadar zannetmiyordum elbette. Acımasızlık, yalnızlık, mücadele ismimin üzerimde bıraktığı ağır bir yüktü zaten. İlginçtir, o dönemlerde boğazıma kadar gelen şeyin gün içerisinde yediklerim olduğunu zannederdim. Meğersem tarifsiz metalik acı bu tat, gelecekteki yalnızlığımın somut karşılığı olarak göğsümden çıkıp ağzıma kadar gelmesiymiş.


  Yıl 2012. Ihlamur kokan Beşiktaş'ta, 50 metrekarelik, balkonsuz, bahçesiz, daha önce mavi olup, sonradan sarıya boyanan bir apartmanında ikamet ediyordum. Artık farazi düşünceleri bir kenara bırakmıştım, aklımın gerçeklik mefhumuna güveniyordum. İvedi hareketlerim geçmişte kalmıştı. Bir arpa boyu yolun; akıntıya kürek çekmekle, rüzgara doğru yürümekle aynı olduğunu biliyordum ve katettiğim mesafeler tam da bu kadardı. Kişisel bunalımlarım, gizlenen zaaflarımla 31 yaşındaydım. Evimin dışındaki niteliklere kendimi mahkum etmemek için gittikçe az konuşan biri olmuştum. Kısa cümlelerim can simidimdi. Daha fazla soru istemiyordum hayatımda ve kimseye duymak istediklerini verebilecek gücü de bulmuyordum kendimde. Ayaklarımı uzatıp rahat bir yer aramayı bırakmıştım. Şimdi çok nadir de olsa ara sıra telefon açıp:
   -Seni özgür bıraktım, özgürce yaşa, tezahür et, yolunu bul diyen babama, izin verirse tam da onun anlayacağı dilde cevap vermek istiyorum;
  -Özgürlüğü sikeyim babacığım..




1 yorum:

Adsız dedi ki...

Seni ilk defa bu kadar açık, bu kadar yalın görüyorum. Sebep? Okuyucunla arandaki duvarı yıkmaya mı karar verdin, yoksa içinde bir şeyler dışarı çıkabilmek için çığlıklar mı atıyor?